28.01.2012

Tiramisu


Malum hava sartlarindan dolayi bu cumartesiyi evde gecirmek zorunda kaldik ve kendimize bir guzellik yaparak tiramisu hazirlamaya karar verdik. Az once guzel bir fincan cay esliginde mideye gonderdigim tiramisu tarifini sizlerle paylasiyorum.

Malzemeler:

  • 3 su bardagi sut
  • 1 yumurta sarisi
  • 3 corba kasigi nisasta
  • 1 corba kasigi un
  • 2/3 su bardagi seker
  • 200 gr labne peyniri
  • 1 paket kedi dili biskuvi
  • Kakao
Kedi dili biskuvileri islatmak icin
  • 1 corba kasesi esit miktarda su ve sut karisimi
  • 2 tatli kasigi dolu dolu nescafe
  • 2 tatli kasigi seker

Yapilisi:

Krema icin butun malzemeler karistirilir ve pisirilir. 
Pisen karisim biraz ilidiktan sonra labne peyniri ilave edilir ve mikserle cirpilir.
Kedi dili biskuvileri islatmak icin su/sut karisimina nescafe ve seker ilave edilerek karistirilir. Sonrasinda tum kedi dili biskuviler bu karisimla islatilarak dikdortgen bir borcama (biz 30x20 cm boyutlarinda derin bir borcam kullandik) dizilir. 
Bir kat biskuvi dizildikten sonra kremanin yarisi biskuvilerin uzerine dokulur ve bir kat daha dizilir.
Kalan krema karisim da ikinci kat biskvilerin uzerine dokuldukten sonra uzerine kakao serpilerek buzdolabinda sogumaya birakilir.

Sebzeli Pilav

Mantarli biftegimizin yanina yapmis oldugumuz sebzeli pilav. Cok guzel bir ikili, afiyet olsun :)


Malzemeler:

  • 1.5 su baragi pirinc
  • 3.5 su bardagi su
  • 2/3 su bardagindan biraz az haslanmis bezelye
  • 2/3 su bardagindan biraz az haslanmis kup dogranmis havuc
  • 1/2 yarim su bardagi konserve misir
  • Tuz, karabiber
  • Sivi yag
Yapilisi:

Tencereye istenilen miktarda yag konur ve garniturler bir sure kavrulur. 
Sonra ayiklanip yiknamis pirinc eklenir ve bir sure daha kavrulur.
3.5 su bardagi kaynar su eklenir, Tuz ve karabiber de eklendikten sonra kisik ateste pismeye birakilir. 

Not: Kullandiginiz pirincin cinsine gore cektigi su miktari degisebilir. Su miktarini buna gore ayarlayabilirsiniz. 

Mantarli Biftek

Ilk etli yemek tarifimizi bugun sizlerle paylasiyorum. Umarim begenirsiniz.


Malzemeler:

  • 6 parca biftek
  • 300 gr mantar
  • 1 adet orta boy sogan
  • 2-3 dis sarimsak
  • 2 adet yesil sivri biber
  • Domates ya da domates sosu
  • Tuz, karabiber, kekik
  • Sivi yag

Yapilisi:

Sogan, sarimsak ve biber yemeklik dogranir. Istenilen miktarda yag ile kavrulur. Uzerine varsa domates yoksa domates sosu (ikisi de yoksa salca) ve tuz ilave edilip bir kac dakika kavrulduktan sonra ince sekilde dogranmis mantarlar eklenir ve pismeye birakilir.
Mantarlar piserken bir kenarda etler tavaya dizilir ve kendi sularini salip birakacak sekilde teflon tavada bir sure pisirilir. Et suyunu cektikten sonra bir miktar yag ilave edilir ve her iki tarafi cevirilerek kizartilir. Bu esnada kekik ve karabiber eklenir.
Iki yani kiarmis biftekler tavadan alinarak mantar sotenin icine yerlestirilir ve birlikte pismeye birakilir. Eger suyu az ise suilave edilir (Biz domates sosu kullandigimiz icin su eksikligi yasamadik).

24.01.2012

konuşu-yorum: Türk Basketbolunu İleriye Taşımak


Benim yaşımdakiler, benden öncekiler, benden sonrakiler ve hatta şimdiki çocuklar olarak büyük çoğunluğumuz futbol topunun peşinde koştuk. “Maç yapalım mı” sorusunu bile doğrudan futbola yorduk. Oysa ülkedeki çocukların ilk sıradaki spor trendini basketbol yapmayı bir başarabilsek, bu ülkeden çok yetenekli basketbolcular çıkacaktır. Düşünün mesela, son yıllarda özellikle Almanya’da yetişmiş genç futbolcuların hangi ülke milli takım formasını seçecekleri bir numaralı spor haberimiz ve büyük bir tartışma konusu. Ve şu bir gerçek ki Almanya’da futbolu öğrenmiş Türk gençler Türkiye’dekilerden çok daha üst düzey. Bakın daha yetenekli demiyorum, böylesi de zaten saçma olurdu. Biraz futbolun oyun doğası, biraz basketbola göre gerçekçi oyun sahası bulmanın zorluğu, maalesef bir Alman ile karşılaştırıldığında “neredeyse disiplinsi oluşumuz” falan derken böyle bir sonuç çıkıyor. Oysa böyle bir durumun basketbolda gerçekleşmesi bence neredeyse imkansız. Zaten böyle bir örnek de yok. Yeteneği olan ve bu sporu yapmaktan keyif alan Türkler kendilerini basketbol konusunda yeterince kanıtladılar. Madem Almanya’dan örnek verdik devam edelim. Dirk Nowitzki gibi adı büyük harflerle NBA tarihine yazılacak bir basketbolcu Almanya’dan çıktı fakat bizim NBA’deki oyuncu sayımız Almanya’dan yüksek. Hatta bu konuda bizden yüksek bir tek Fransa var ki onlar da Afrika kökenli oyuncuları sayesinde.
NBA deki Türk oyuncuların karnesine bakacak olursak ilk olarak Mirsad Türkcan’ı göndermiştik NBA’e. Gerçi bu yazıda Mirsad ve Ersan’ın dahili konusunda biraz kafa karışıklığı yaşadım fakat her ikisi de çok genç yaşlarda Türkiye’ye geldikleri ve milli formayı da büyük bir özveri ile terlettikleri için onları yabancı olarak kabul etmek bence anlamsız. Mirsad NBA’de istediklerini yapamasa da bu ligde forma giyen ilk Türk basketbolcu olarak tarih sayfasında yerini aldı. Ardından Hidayet çok genç bir yaşta NBA’e gitti ve şu anda 11. yılını yaşıyor. Bu gerçekten önemli bir zaman. İlerleyen yaşına rağmen bu senenin all star kadrosunda kendisine yer bulup bulamayacağını konuşuyoruz. Ve daha 2 yıl önce en çok gelişme kaydeden oyuncu seçildiğinde de normalde ilk yıllarını geçiren genç oyuncuların aldığı bu ödüle 8 yılı geride bıraktıktan sonra ulaşması ödülü daha bir anlamlı kılıyordu. Şu ana kadar farklı takımlarla çıktığı tüm maçlarda 12.1 sayı, 4.3 ribaunt ve 3 asist ortalamaları gayet güzel rakamlar.
Sonrasında Mehmet Okur NBA salonlarının tozunu yuttu ki hem de çok önemli ilklere imza atarak. Bir çok büyük oyuncunun dahi takması nasip olmayan şampiyonluk yüzüğünü Detroit ile yaşadığı şampiyonluk sonrası parmağına geçirdi Memo. Sonra yine bir zoru başararak All Star seçilen Memo, gelmiş geçmiş en iyi basketbolculardan Shaq ile birlikte oyun kurucuları canlandırdıkları komedi ile de hiç unutulmayacak. Sakatlık sonrası eksi günlerini arar olsa da Memo şu anda bile NBA de büyük bir başarıya imza atmış durumda. Kariyer ortalamaları 13.5 sayı, 7 ribaunt ve 1.7 asist.
Bana sorarsanız çok özel yeteneğini NBA için bir türlü istikrarlı hale getiremeyen Ersan, kendisinin istemesi durumunda daha çok uzun yıllar NBA sahnesinde boy gösterecektir. Bu sezon kariyer ortalamasının çok az da olsa üzerinde seyretmekte. 8.7 sayı, 5.3 ribaunt ve 0.9 asist.
Kendilerini daha çok hazırlama şansı yakalayarak NBA de oynamaya başlayan Semih ve Ömer’de ilk yıllarına rağmen gayet başarılı bir grafik çiziyorlar. Daha az süre ile oynadıkları için istatistikleri de düşük fakat ben biraz daha tecrübe kazandıklarında çok daha uzun sürelerle oynayacaklarına inanıyorum.
Ve son olarak 3. sıradan seçilerek ayrı bir başarıya imza atan Enes. Otoriteler tarafından 10 yıl sonranın NBA yıldızları arasında da gösterilen Enes’in daha uzun süreler alması gerektiğini düşünüyorum. Amerika’da kolej okuyarak aslında Amerikan basketboluna çok daha önceden alışan Enes bunu bir fırsat olarak kullanabilmeli. Uzun süren oynanama dönemini yavaş yavaş geride bırakıyor ve eğer ileride büyük bir yıldız olacaksa şimdiden onun tecrübeli oyuncuları zorlamasını da izletmeli bizlere. Çaylak sezonunu geçiren Enes 4.7 sayı ve 5.1 ribaunt ortalamalarına sahip. Israrla vurguladığım süre istatistiği ise maç başına 13.9 dakika. Memo’nun Utah’da en azından 1 yıl daha kalması Enes için çok önemli bir şans olabilirdi.
Tabloya şöyle bir baktığımızda basketbol sporunda çok üst düzey oyuncular çıkarabildiğimizi görüyoruz. Hidayet ya da Memo’nun NBA de yakaladığı başarınınsa yanına dahi yaklaşabilecek tek bir Türk futbolcu yok. Bugünün Real Madrid’inde forma giyen 3 Türk oyuncuda Almanya doğumlu ve futbolu oranın imkanlarında öğrenmişler. Yere göğe sığdıramadığımız Arda için bile “Mesut Real için neyse Arda’da Atletico için odur“ diyemeyiz. Bir kez daha söylüyorum ki basketbolu Türk spor kamuoyunun kalbi yapabilirsek (gazetedeki ayrılan sayfa sayısından, TV deki programına kadar her şeyiyle) çok daha fazla sayıda üst düzey oyuncumuz ve korkulacak seviyede bir milli takımımız, kulüp takımlarımız olacaktır.

22.01.2012

Schlotzsky's, CEPA AVM, Ankara


Dun yine bir Ankara kis rutinini yerine getirmek uzere Cepa AVM'de idik. Gezdik, alisveris yaptik derken haliyle aciktik. Bu defa ortak yemek alanindan biraz uzaklasarak kendimize Schlotzsky's de bir yer bulduk. ilk olarak mekan yerinden bahsedelim. D&R'in biraz ilerisinde, Sinema bilet gisesinin tam karsisinda yer aliyor. Rahat minderlerden olusan guzel bir oturma alanina sahip. Ezogelin corbasi, karisik pizza, Fume tavuk gogus sandvic, elma dilimli patates soyledik. Ezogelin corbasi biraz alisilmisin disinda fakat fena degildi. Komik isim ciddi sandvic  sloganina sahip Schlotzsky's Fume tavuk gogus sandvic gercekten guzeldi. Ana temalari oldugu icin diger sandviclerinin de guzel oldugunu dusunuyorum. Elma dilimli patates guzeldi fakat yaninda gelen mayonez agirlikli sosu pek begenmedim. Bence sade bir ketcap bile daha iyi olabilirdi. Pizza icin ise soyleyeceklerim biraz daha fazla; pizza hamuru cok fazla kalindi (ben normalde kalin hamurlu pizza tercih ederim ama bu biraz fazlaydi) ve daha onemlisi hamur bir pizza hamurundan ziyade pogaca hamuru tadini andiriyordu.  Ayrica pizza uzerinde sogan pek de guzel olmuyormus, bunu ogrendim. Ama bunun haricinde piza malzemeleri gayet bol ve kaliteliydi. Ama ne yazik ki sonucta pizzadan yerken cok keyif almadim.

20.01.2012

konuşu-yorum: Yerli Otomobil Komedisi


Yerli otomobil fikri ilk ortaya atıldığında çok büyük bir sevinç ve heyecan yaşamıştım. Hatta şimdiye kadar düşünülmemiş ve birilerinin kendiliğinden ortaya çıkmamasına şaşırmıştım. Zaten küçüklüğümde Murat, Şahin, Kartal, Doğan kuş ailesinin bile yerli otomobil olmadığını öğrendiğimden bu yana Türkiye’nin bir otomobil markası olmamasına hayıflanıp duran biriydim. Bence bu çağda otomobil yapabilmek hayal falan değil, düşünün arkadaşlar bugün milli tank yapmaktan, 2023’de milli uçaktan bahsediyoruz. Bir savaş uçağının yanında otomobil teknolojisi nedir ki! Hem yeryüzündeki en iyi otomobili falan yapmaktan da bahsetmiyoruz. Hatta tam tersi Türk insanının tercihine uygun, olabildiğine ekonomik, asıl gücünü yedek parça temin kolaylığı ve ucuzluğundan alacak ortalama bir aile arabasından bahsediyoruz. Benim ilk aklıma gelen şu olmuştu, bir babayiğit (Başbakan’ın deyimiyle) çıkar, böyle bir aracı Türk mühendislerinin tasarımı ve otomotiv sektöründe kendisini zaten ispatlamış olan Türk işçisinin emeği ile ortaya koyar. Gelelim işin daha çetrefilli tarafı olan yeni otomobile pazar bulmaya. Düşünelim bir, şu an kamu aracı olarak hizmet veren Hyundai Accent, Renault Clio ayarında acaba kaç bin tane aracımız var. İşte bunların yerine devlette yerli otomobili tercih eder ve bunun devamı ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan orta sınıf vatandaşın da tercihi ile bir bakmışsınız yollarda gerçek yerli otomobilimiz geziniyor. Bu ülkenin vatandaşı yılarca kuş serisine binmedi mi? Hem de ne binme, ederinin beklide 10 katı paralara alınıp satıldı. Ülke vatandaşının parasıyla İtalya’ya aktı durdu. Keza Renault 12 ler, Toroslar vesilesiyle de Fransa’ya.
Sonuç olarak bu projeyi sahiplenecek birilerinin çıkmaması zaten bendeki heyecanı yok seviyesine kadar azaltmıştı. Bugünlerde okuduğum bazı haberler ile de yerli otomobil projesinin artık bir komediye dönüştüğünü üzülerek izlemekteyim. Fiat CEO su ile yapılan röportaj vardı. Hazırlıklarının tamamlamak üzere olduklarını, en başından beri yerli otomobil projesini çok ciddi bir biçimde ele aldıklarını anlatıyor. Diğer taraftan Fiat’ın Türkiye’deki fabrikasının müdürü yerli otomobilin üretimi için bir üretim bandının boşta ve uygun olduğunu söylüyor.
“Bi dakka yaa!! Siz de nereden çıktınız şimdi? Pardon da neresi yerli otomobil bunun?” Fiat Türkiye’ye yerli otomobil kazandırmak için çalışmalar yapıyor. Yani sizin anlayacağınız İtalyan mühendisler Türkiye’nin ihtiyacına yönelik orta sınıf bir araç tasarlayacaklar. Mevcut fabrikalarındaki bir üretim bandında bu aracı üretecekler. Diğer Fiat modellerinin Türkiye’de üretilmesi gibi. Yani Türkiye “sözüm ona” yerli otomobil kazanıyorken, fazladan bir otomobil fabrikası bile kazanmış olmayacak. Doğan görünümlü Şahin’den sonra 2000’li yıllarda da Türk görünümlü İtalyan arabalara binmeye devam edeceğiz. Bence bu fikir ortaya atıldığında (ki gerçekten alkışlamıştım), kimsenin aklında bu senaryo canlanmamıştı.
Umarım gerçekten bir babayiğit çıkarda, 2010’ların ortasına doğru hızla ilerlediğimiz şu zamanda gerçekten bir Türk otomobilimiz olur. Hele bir bu olsun da savaş uçağını ondan sonra düşünelim...

19.01.2012

Elmalı Kek

Sizler de fark etmişsinizdir bu sıralar pisiri-yorum kategorisi için vites artırdık. Dünkü humus tarifinden sonra bugün de elmalı kek (az önce yaptığımız) tarifimiz ile karşınızdayız.



Malzemeler:

  • 3 adet yumurta
  • 3 cay bardağı seker
  • 2 cay bardağı sıvı yağ
  • 1 cay bardağı yoğurt
  • 2.5 su bardağı un
  • 1 paket vanilya
  • 1 paket kabartma tozu
  • 1 adet limon kabuğu rendesi
  • Pudra sekeri (üzeri için)
İç Malzemeler:
  • 5-6 adet orta boy elma (içi için)
  • 1 cay bardağı seker
  • Ceviz içi
  • Tarçın
Yapılışı:

İçinin hazırlığında elmalar rendelenir ve sekerle pişirilir. Soğuduktan sonra tarçın ve ceviz eklenir.
Yumurta, seker ve vanilya mikser ile krema kıvamına gelinceye kadar çırpılır.
Yağ ve yoğurt ilave edilerek çırpmaya devam edilir.
Son olarak un, limon rendesi ve kabartma tozu katılarak tekrar çırpılır.
Yağlanmış borcama kek hamurunun yarısı dökülür ve üzerine hazırlanan elmalı karışım döşenir. Hamurun geri kalan yarısı da bu karışımın üzerine dökülerek 170 °C lik fırında pişirilir.
Fırından çıkan kekin üzerine biraz soğuduktan sonra pudra sekeri serpilir.


18.01.2012

Humus


Ülkemizin bir çok bölgesinde de yapılmasına rağmen humus ile gerçek tanışmam İsrail’de kaldığım sure içerisinde oldu. ilk baslarda ön yargılı davranarak tatmaya bile lüzum görmedim. Ama İsrail’de humusa öyle bir düşkünlük var ki çalıştığım şirketin öğle yemeklerinde mezelerin olduğu açık büfe de hiç bir gün bile humus yerini kaybetmiyor. İsrail’deki bu humus düşkünlüğünü öğrenmek isteyenler Adam Sandler'in "Zohan'a Bulaşma (Don't mess with Zohan)" isimli komedi filmini izlerlerse ne demek istediğimi anlayacaklardır. Sonuç olarak ben de her gün miktarı biraz daha artırarak tabağımda humusa yer açtım. Ve nihayet o gün geldi çattı ve humusa özlem duyarak mutfakta esime humus yaptırttım. İsrail’dekine en yakın kıvamı ayarlamak için yorumlarımla esimi yönlendirdim. Ve en sonunda ortaya harika bir humus çıkartmayı başardık. Ve az önce tadına baktığım humusun tarifini hemen sizlerle paylaşmak için hızlıca bir fotoğraf çekerek bilgisayarın başına geçtim.
Simdi malzemelerden başlayalım;


  • 1 su bardağı nohut
  • Yarim su bardağı tahin
  • 2 adet limon
  • Yarim su bardağı sızma zeytinyağı
  • 2 cay kaşığı kimyon
  • 1 cay kaşığı karabiber
  • 1 cay kaşığı kırmızı biber
  • 1 cay kaşığı tuz
  • 4-5 diş dövülmüş sarımsak
Yapılışı:

1 su bardağı nohut geceden suda bekletilir. Sonra kabukları ayıklanır ve haşlanır.
Haşlanmış nohut rondodan geçirilir. Fakat rondo nohutu istediğimiz kadar ince parçalayamadığı için devamında blender yardımı ile nohut iyice ezilmiş olur. (Sağolsun bu fikir esimin aklına geldi, yoksa çok iyi bir humusun ortaya çıkması mümkün olmayacaktı).
Ayrı bir tabağa alınan ezilmiş nohut karışımına tahin, sarımsak, karabiber, kırmızı biber ve kimyon ilave edilir ve karıştırmaya devam edilir. Sırasıyla karışıma zeytinyağı ve limon suyu karıştırmaya devam ederken azar azar ilave edilir. İyice karıştırdıktan sonra humusumuz hazır. Kıvamına ne şekilde elde etmek isterseniz pişirme derdi olmayan bu tarifte malzeme miktarları ile istediğiniz gibi oynayabilirsiniz. Son olaraktan zeytinyağı, pul biber, limon ve maydanoz ile süslediğiniz tabakları servis edebilirsiniz.
Yukarıda verilen malzeme miktarlarından hazırlayacağınız humus 5-6 kişilik bir sofra için soğuk meze olarak kullanılabilir.

konuşu-yorum: Çocukla İngilizce konuşmak


Artık öyle bir çağa geldik ve dünya öyle bir hal aldı ki yabancı dil (özellikle de İngilizce) her meslek için, herkes için çok önemli oldu. İnsanlar elinden gelse anne karnındaki doğmamış bebeğe bile İngilizce öğretecekler. Ne yalan söyleyeyim bu kadar abartılı olmasa da ben de biraz bu kafa yapısındanım. Bizim küçük bey geçtiğimiz Ekim ayında 2 yaşını doldurdu ve ben de hemen hemen o tarihten itibaren fırsat buldukça İngilizce temel günlük konuşma ifadeleri ile kulağının bu dile aşina olmasını sağlamaya çalışıyorum. Hatta ilk zamanlar Türkçe kelime ve ifadeler de ona çok yabancı olduğu için İngilizce olanları da Türkçe’ymiş gibi kullanır oldu. Ama aslında bunun öncesi var. Kullanmakta olduğum telefona color piano ve alphabet adında uygulamalar indirmiştim. Bizimki oyun algılaması ile sürekli olarak kullandığı bu uygulamalar sayesinde daha Türkçe konuşmaya yeni başlamışken renklerin ve harflerin İngilizce’lerini öğrendi çıktı. Hatta uzun bir süre “sarı” kelimesini benimseyemedi ve yellow olarak söyledi. Daha sonrasında youtube’dan indirdiğim A.J. Jenkins imzalı süper bebek şarkıları sayesinde çok daha fazla şeyi (misal şekiller, sayılar, meyveler) Türkçe’lerini bilmeden İngilizce olarak öğrendi. Şu an ise artık İngilizce’nin yabancı bir dil olduğunun tamamen farkında ve benim konuşma teşebbüslerimde 100% anlayamadığı için “İngilizce konuşma Baba!” şeklinde tepki verebiliyor. Yani artık fark ettirmeden İngilizce öğretmek daha zor hale geldi. Ama neyse ki dün oyuncak eşeğini bir odaya saklayarak sonra İngilizce konuşma ile eşeğe seslenmeler, hatta önümüze çıkan Sünger Bob’a eşeği görüp görmediğini sormalar ve nihayetinde eşeği bulma ile sonuçlanan ve aynı sahnenin en az 10 tekrarından oluşan oyunumuz sayesinde “where are you?”, “I can’t see you” vb. gibi ifadeleri söyletebildim. Bilmiyorum sizler ne düşünüyorsunuz ama ben okul çağından önce öğreneceği kısa ama çok kullanılan ifadelerin ileride öğreneceği İngilizce için çok büyük bir avantaj ve kendine güven duygusu aşılayacağına inanıyorum. Yalnızca istemediği durumlarda çok üsteleyerek tersi bir etki oluşmasına karşı dikkatli davranmak gerektiğini düşünüyorum.

16.01.2012

konuşu-yorum: Hangi Balık Hangi Mevsimde Yenir?


Kış sofralarının vazgeçilmezi, ve her daim haftada en az iki kez tüketilmesi ısrarla vurgulanan balığı düzgün ve ekonomik tüketmekle ilgili bir yazı.
"Az bulunan şey her zaman değerlidir". Aslında bu söz her bir ürün için geçerlidir. Düşünsenize bir, dünyadaki gümüş ve altın madenlerinin oranı tam tersi olsaydı altın yine de daha değerli olabilecek miydi? Böyle bir söze değinmek istedim çünkü balık olayında miktar kaynaklı bu değişken fiyatları o kadar çok yaşıyoruz ki. Çocuk aklımla her zaman pahalı olanın daha güzel, daha iyi, daha lezzetli (balık için) olacağını düşünürdüm. Oysa gerçek hayatta ekonomi hiç de böyle işlemiyor. Bu kış hamsinin (hem de iri olanlarından) kg. fiyatını 2 TL den aldığım oldu (hem de migros'tan). Ve aynı bile diyemeyeceğim çok daha küçük hamsinin kg. fiyatını 10 TL ye gördüğüm de oldu. Aynı sezonda geçen 1-2 hafta bir farktan bahsediyorum. Yani ben şimdi 2 TL lik iri hamsileri yerken lezzeti olsun, besin değeri olsun daha kötü bir balık mı yedim. Tabii ki hayır. Tüm olay bir şekilde balıkçıların o dönem daha az hamsi tutmaları, hatta az tutarken daha da küçüklerin oltaya takılması sonucu hamsinin gerçeği yansıtmayan değer kazanması. Hamsiden verdiğimiz bu örnekten yola çıkarsak hem daha ucuza hem de gerçekten tam zamanında (lezzeti ve besin değeri daha kaliteli) balık yemek için her ablığı en uygun zamanda tüketmek çok önemli. Hangi balık hangi mevsimde sorusuna dönecek olursak;

Barbunya: En lezzetli zamanı Temmuz ile Ekim ayları arasındadır. Tavası, ızgarası ve kağıtta kebabı çok güzel olur.

Tekir: Dört mevsim yenebilir fakat en lezzetli zamanı barbunyada olduğu gibi Temmuz ile Ekim ayları arasındadır. Barbunyanın yakın akrabası olan tekir, çene altında yer alan iki adet sakalı, kafasının kut olusu ve sırt kısmında yer alan sari siyah benekleri ile barbunyadan ayrılır.  Tavası ve kağıtta kebabı çok güzel olur.

Çipura: Her mevsimde zevkle yenen bu balığın ızgarası, buğulaması, çorbası, fırını çok güzel olur. Izgara ve fırın şiddetle önerilir.

Karagöz: Her mevsimde yenebilen bu balık Mayıs-Temmuz arası hariç daha yağlı ve lezzetlidir. Çipura gibi ızgarası, buğulaması, çorbası, fırını yapılır.

Dil Balığı: Her mevsim yenebilir. Kasım - Şubat arası en lezzetli zamanıdır. Tavası güzel olur. Büyüklerinden sis ve fileto yapılabilir.

Hamsi: Hemen her turlu yemeği yapılır. Tavası, ızgarası, kağıtta kebabı, fırını, buğulaması, yahnisi ve pilakisi güzeldir. Daha yağlı olduğu için kış aylarında tercih edilir.

Sardalya: En lezzetli zamanı Temmuz-Ekim arasıdır. ızgarası, kağıtta kebabı, fırını, buğulaması, pilakisi yapılır.

Uskumru: En lezzetli olduğu donem Eylül ayından yumurtlamaya başladığı Ocak ayı sonuna kadardır. Bu sure içinde ızgarası, kağıt kebabı, dolması, köftesi ve tuzlaması çok güzel olur. Yağlı olduğu için bu mevsimlerde tavası tavsiye edilmez. Yağını kaybetmeye başladığı şubattan itibaren tavası da yapılabilir.

Kolyos: Uskumruya çok benzeyen bu balığın tadı uskumruya göre çok daha yavandır. Bu nedenle tavası yapılır. Yağlı olduğu ocak ayında tuzlaması tavsiye edilir.

Lüfer: Eylül ortasından Ocak sonuna kadar en lezzetli ve yağlı zamanıdır. Bu donemde ızgarası tavsiye edilir. Diğer zamanlarda da pilakisi, buğulaması, kağıt kebabı ve tavası olur.

Palamut: En lezzetli zamanı Eylül başından Şubat ortalarına kadardır. Bu donemde çok yağlı olduğundan tavası ağır kaçar. Izgarası ve fırını tavsiye edilir. Yahnisi de çok güzel olur. Diğer dönemlerde ise tavası da yapılabilir.

Levrek: Yıl boyunca yenen levreğin çok lezzetli eti vardır. En güzel mevsimi kış ayları ve ilkbaharın başıdır. Buğulaması, fırında kağıt kebabı ve mayonezlisi çok güzel olur.

İstavrit: En lezzetli olduğu donem Kasım ile Şubat ayları arasıdır. Tavası ve fırını çok güzel olur.

Kalkan: En lezzetli zamanı Ocak sonundan Mart ortalarına kadardır. Tavası çok güzel olur. Buğulaması ve kağıt kebabı da yapılır.

Kılıç: En lezzetli donemi Eylül-Şubat arasıdır. En leziz hali ise defne yapraklı sisidir. Izgarası ve kağıt kebabı da yapılır.

Bu yazıda Ntvmsnbc arşivinden faydalanılmıştır.

11.01.2012

The Baklava is an unchallenged Turkish Dessert

When you look at the countries where the baklava is famous, you could easily understand that there is a strong relationship with Ottoman Empire? All of these countries are old parts of Ottoman Empire and some of them are neighbors. Then it is not very difficult to accept that baklava is a Turkish invention. Baklava has always been a special place for Turkish bairams, weddings and celebrations. Also for Ramadan, it is an indispensable dessert for iftaree (evening meal during Ramazan) menu. And today we could tell about a place where the baklava is made best. I am talking about Gaziantep in Turkey and “Antep baklava”. We, Turkish people, have a big difficulty to understand how some nations claim that the baklava is from their kitchen. Even in Turkey, someone from Ankara or Istanbul can not claim that any other city has better baklavas than Gaziantep. Because if something belongs to anywhere it belongs to there. We cannot change this reality. For example all famous baklava sellers in Ankara, Istanbul, Antalya and all big cities of Turkey are also from Gaziantep.
By the way please do not mix the Turkish baklava with the things sold by the name of baklava in American supermarkets. I have been always talking about the “Turkish baklava” from the beginning. First of all you could not sell a real Turkish baklava in a box placed on the shelves of a market. The people who have tasted the real baklava understand what I am try to say. And I suggest to other people “wherever you are, find a shop that sells daily Turkish baklava and taste the best dessert in this world or come to Turkey and we could have a chance to serve you”…

10.01.2012

konuşu-yorum: İyi Baklava Nasıl Anlaşılır?


Tam bir baklava hastası olan ben (biliyorum bu ilerleyen yaslarda başıma büyük dertler açacak :) bu yazımda da gerek kendi tecrübelerimden, gerek arkadaş içi sohbetlerimizden edindiğim bilgiler ve gerekse de araştırmalarım neticesinde iyi bir baklava nasıl anlaşılır buna değinmeye çalışacağım.

  • En basta iyi bir baklavanın yufkası mümkün olabildiğince ince olmalıdır. Zaten ustalığın en büyük farkı da burada yatmaktadır. Yufkanın ince olduğunu anlamanın en iyi yoluna gelince çatalınızı batırdığınızda duyacağınız ardışık çıtırdama sesidir. Ev baklavasını bir turlu daha iyi bulamamamın (sanki ayrı bir tatlı türüdür benim için) en büyük sebebi kalın yufkadır. Baklavacılarınsa günümüz teknolojisine paralel yufka açmak için makine kullandıklarını düşünmekteyim.
  • Tereyağı. Geçenlerde bir baklava yemiştim ve içindeki fıstık miktarından yapıldığı yufkanın inceliğine kadar her şey dört dörtlüktü. Ama bir eksik vardı ki sormayın. Tereyağı kullanılmamıştı. Tek başına bile bu durum bir baklavayı sınıfta bırakmaya yeter.
  • Baklavada kullanılan fıstık ya da cevizin hem kalitesi hem de bol miktarda kullanılması yine bir baklava için çok kritiktir. Miktarın ötesinde kullanılan ceviz ya da fıstık parçalarının iriliği de önemlidir ve baklavanın kalitesini artırır. Fıstık mi ceviz mi diye soracak olursanız benim için fıstık. Bununla birlikte fındıklı baklava, çikolatalı baklava gibi lezzetlere de karşı değilim. Yeter ki baklava olsun ;)
  • Şerbet miktarının ölçüsü. Daha kotu olan şerbetin gereğinden fazla kullanılmış olması. Tersi durum o kadar da felaket değildir, sonuçta kuru baklava diye bir şey var.
  • Baklavanın rengi. Su ana kadar gördüğüm Hacıbaba'dan Güllüoğlu'na tüm isim yapmış baklavalar altın sarisi rengini yakalıyorlar.
  • Diğer bir durum da baklavanın mümkün olabildiğince taze olarak tüketilmesi. Çünkü doğası gereği bekledikçe lezzeti daha iyiye giden bir tatlı değil. Misal, arkadaşlarla Gaziantep İmam Çağdaş’tan baklava sipariş etmiştik ve Antep’ten Ankara’ya otobüs yolculuğu ve sonrasında akşam eve gidene kadar geçen zaman derken 24 saatten uzun bir süre sonunda baklavamızı tadabilmiştik. Ama İmam Çağdaş olduğu için yine de iyiydi. Bir de imkanınız varsa baklavayı yemeden önce bir miktar ısıtmanızı öneririm.


9.01.2012

Fındıklı Kurabiye


Hatırlarsanız çok iddialı bir şekilde geçenlerde vermiş olduğum un kurabiyesi tarifi gerçekten de büyük ilgi görerek bizleri şaşırtmadı. Zaten fotoğrafladığım o un kurabiyeleri esimin ertesi gün işyerinde yapacakları kahvaltıya bir hazırlıktı ve is arkadaşlarının da takdirlerini topladı. Fakat bu ilgi sadece okuyucularla ve esimin is arkadaşlarıyla sinirli kalmayıp un kurabiyeleri bizim küçük beyin de çok büyük beğenisini kazandı. O kadar ki bizimkisi gelip gidip un "kurabiye istiyorum" diyerek esimin yanından ayrılmaz oldu. E tabi o enfes lezzetin kaynaklarından olan içerisinde barındırdığı bir paket margarin nedeniyle esim küçük beyin çok fazla yemesini de istemedi. Böylelikle hızlı bir biçimde daha evdeki un kurabiyeleri bitmeden (son 3 tane var, yarin kahvaltı sonrası mideye indirmeyi planlıyorum) bugünkü kurabiyeler pişirildi. Ayni zamanda esim eline bugün gecen tupperware kurabiye şekillerini denemek istedi. Bugün vereceğim tarifi de esim küçük bir değişiklikle daha az zararlı hale getirdi. Simdi malzemeleri sıralayalım;

  •  1 paket margarin (Bizim küçük değişikliğimiz: yarim paket margarin+1.5 cay bardağı sıvı yağ)
  •  1 yumurta sarisi
  •  1 cay bardağı yoğurt
  •  2 cay bardağı seker
  •  Aldığı kadar un
  •  Vanilya
  •  Kabartma tozu
  •  Dövülmüş iç fındık
  •  Pudra sekeri (isteğe göre üzerine serpmek için)

Yapılışı : 
Oda sıcaklığındaki margarin, sıvı yağ, seker ve vanilya yoğrulur.
Yumurta sarisi ve yoğurt karışıma eklenir.
Son olarak da un ve kabartma tozu ilave edilerek kulak memesi kıvamı elde edilene kadar yoğrulur. Böylece hamuruz hazır.
sonrasında bu hamurdan oklava yardımı ile 1 cm kalınlığında hamur açılarak kurabiye kalıbı yardımı ile değişik şekiller elde edilir.
Sekil verilmiş kurabiyelerimizin üzerine yumurta akı bir fırça yardımı ile sürülür ve dövülmüş fındıklar kurabiyelerin üzerine serpilir.
Sonrasında kurabiyeler pişmesi için 180°C lik fırına sürülür. Üzeri hafif kızaran kurabiyeler fırından alınır ve soğuduktan sonra servis edilir.
İsteğe bağlı olarak pişmiş kurabiyelerimizin üzerine pudra sekeri serpilebilir. Fotoğraflarda her iki durumu da görebilirsiniz. Yukarıda yazılı malzemelerden 2 tepsi kurabiye çıkıyor. Ayrıca yazının başlangıcında anlattığım bizim küçük bey için margarin yerine sıvı yağ kullanılmış bu tarifi 1 paket margarin ile de deneyebilirsiniz.
Şimdiden afiyet olsun. Eğer tarifi denerseniz lütfen yorumlarınızı göndermeyi ihmal etmeyin.

Fevzi Hoca Balık Lokantası

Trabzon'daki basarisinin ardından Ankara'ya büyük bir restoran açan Fevzi Hoca’nın mekanı Orman Genel Müdürlüğü lojmanları içerisinde yer alıyor. Zaten açıldığı zaman da mekanın yeri basında tartışmalara yol açmıştı ve Fevzi Hoca’nın Ankara'da restoran açması için kendisine büyük bir kıyak yapıldığı yazılıp çizilmişti. Açıkçası olayın bu tarafı hakkında ne bilgim var ne de blogumuzun bu konuyla ilgisi. Gerçek olan bir şey var ki o da Ankara’nın bir tane daha ciddi bir balık restoranına kavuşmuş olması.
İlk olarak Fevzi Hoca'ya nasıl gideceğimizden bahsetmek gerekir sanırım çünkü pek de öyle herkesin bildiği ya da yolunun ustu olabilecek bir yerde değil. Söğütözü Caddesi üzerinden Atatürk Orman Çiftliğine doğru giderken yol üzerinde sağ tarafta Orman Genel Müdürlüğü Lojmanları’nın kaldığı alanı göreceksiniz. Hemen ilk sağdan dönerek güvenlik görevlisinin olduğu kapıdan Orman Genel Müdürlüğü Lojmanları’na giriyorsunuz. Fevzi Hoca'ya geldiğinizi söylerseniz herhangi bir kimlik gerekmeksizin sizi içeri alıyorlar. Derken Lojmanlar bölgesinin tam ortalarında ağaçların arasında güzel bir yerde Fevzi Hoca’nın mekanını bulabilirsiniz.
Mekan hakkında bilinmesi gereken en önemli ayrıntılardan biri alkol olmaması. Hani öyle “canım da güzel bir rakı balık sofrası çekti” diyerek gideceğiniz balıkçılardan değil. Güzel hoş bir dekorasyonu var. Mekanın sunduğu balıkların günlük olarak Trabzon’dan geldiği söyleniyor. Tabii ki çipura ve levrek her yerde olduğu gibi burada da çiftlik yetiştirmelerinden sunuluyor. Biz gittiğimizde saat 17 civarlarıydı ve henüz akşam yemeği yoğunluğu başlamamıştı. Buna rağmen birisinin gelip de siparişlerimizi sorması için uzunca bir süre bekletildik. Bizim küçük bey de rahat durmadığı için bu durum normalden daha fazla rahatsızlık verdi. Sonrasında da maalesef bahtımıza pek de güler yüzlü olmayan bir garson düştü. Neyse gelelim yemek safhasına, bizim tüm motivasyonumuz barbun yemek üzerineydi fakat daha ilk dakikada barbun olmadığını öğrenince tüm plan alt üst oldu. Eşim mezgit tava ben de çok uzun bir düşünüşten sonra çokta istemeyerek levrek (çiftlik olduğunu bile bile) söyledik. Suratsız garsonumuzun “bu mevsimde zaten barbun olmaz” demesine rağmen tam mekandan ayrılıyorken daha efendi bir garsona sorduğum aynı soruya “av yasağı da olsa barbun olabiliyor, gelmeden önce arayarak öğrenebilirsiniz” şeklinde cevap aldım. Mezgit tava bir tabağı daire şeklindeki diziliş ile doldurmamış ve sanki tabağın bir tarafını biri yemiş gibi bir görüntüdeydi. Bence gerekirse daha küçük tabak kullanmalı ve bu şekilde servis yapmamalılar. Sonuç olarak porsiyonu küçük bulduk. Benim levrek ise normaldi, ama zaten evde kendimiz de levrek ve çipurayı güzel bir şekilde yapabildiğimiz için iştahımı çok kabarttığın söyleyemem. Bunun haricinde ikram olarak gelen mısır ekmeği, kaygana ve tatlı olarak cevizli baklava ile laz böreği gerçekten çok güzeldi. Fiyatlar konusunda normal olduğunu söyleyebilirim. Fırsat bulursam bir kez de garantiye aldıktan sonra barbun yemeye gitmeyi düşünüyorum, o deneyimi de buradan sizlerle paylaşırım. İnternet sayfası için tıklayınız..

5.01.2012

Un Kurabiyesi


Değerli blog okuyucuları..Bugün sizlere en iddialı olduğumuz ve şimdiye kadar her gelen misafirimizin tarifini alarak gittikleri harika bir tarif vereceğim. Benim de en favorilerimden olan ve esimin müthiş bir pastacılık örneği sergilediği un kurabiyesinin tarifini veriyorum. Çocukluğumuzda yaşadığım mahallede tek başına yasayan ve kurabiye yaparak bunları satan ve geçimini bu şekilde sağlayan yaşlı bir amca vardı. Ali Dayı. Ali Dayı’nın kurabiyeleri o kadar lezzetli ve orijinal olurdu ki etrafa nam salmıştı. İşte ben o kurabiyelerin lezzetini yıllar sonra biricik esimin yaptığı un kurabiyesinde yeniden aldım. Evet iddialı konuşuyorum, deneyin ve her şey beklendiği gibi olursa ne demek istediğimi anlayın.
Lafı daha fazla uzatmadan malzemeleri verelim;

  •  1 paket margarin (oda sıcaklığında)
  •  1 Türk kahvesi fincanı sıvı yağ
  •  3 dolu çorba kaşığı pudra sekeri
  •  4 çorba kaşığı buğday nişastası
  •  Aldığı kadar un

Yapılışı;

Margarin, sıvı yağ ve pudra sekeri krema kıvamında yoğrulur.
Nişasta ve un karışıma ilave edilir.Ve kulak memesi yumuşaklığında bir hamur elde edilir.
Resimde görmüş olduğunuz (ya da istediğiniz farklı bir şekilde) gibi sekil verilir ve üzerine bıçakla diklemesine 2 çizik atılır
Önceden ısıtılmış 160°C lik fırında üzeri beyaz alt tarafı ise hafif kızarık kalacak şekilde pişirilir. Bu en az 1 saatlik bir süreçtir.
Fırından çıktıktan sonra bir kase içerisinde pudra sekerine bulanır

Yukarıda verilen malzemelerden büyüklüğüne göre yaklaşık 40-50 civarında un kurabiyesi elde ediyorsunuz. Bizim bugünkü pişirişimizde tam 49 adet kurabiye çıktı. Şimdiden afiyet olsun ve lütfen tecrübe ve yorumlarınızı da yazmayı unutmayın..

konuşu-yorum: Babam ve Oğlum


Öncelikle bir uyarıda bulunmak isterim; eğer filmi henüz izlemediyseniz senaryoya dair bilgiler içerdiği için bu yazıyı filmi izledikten sonra okumanızı öneririm.
Çok iyi hatırlıyorum, film izlemek ve sinemaya gitmek için zaman ve ilgimin olmadığı bir dönemdi ve Milliyet gazetesinde “Ne yaptın Çağan Irmak” başlıklı bir haber okumuştum. Bu haber ile “Babam ve Oğlum” un sinema gündeminde nasıl bir bomba etkisi yaratıp, izleyenleri duygusal anlamda derinden sarstığından haberdar olmuştum. Şahsım adına  “Babam ve Oğlum” filmi benim Çağan Irmak, Çetin Tekindor ve Fikret Kuşkan’ı tanımama sebep olan bir başyapıttı. Bu insanların sahip oldukları mesleklerinin nasılda zirvedekileri olduklarını görmeme fırsat verdi. Özellikle Çağan Irmak ve Fikret Kuşkan’ın genç yaşlarına da bakarak Türk sinemasının geleceği adına bir sevinç kaplamıştı içimi. Çetin Tekindor için ise nasıl olur da böylesi yetenekli bir oyuncu sektörün içinde de olmasına rağmen genç yaşlarında tam anlamıyla değerlendirilmemiş diye şaşırmıştım. Ayrıca şunu da unutmayalım, “Babam ve Oğlum” filmi Binnur Kaya, Yetkin Dikinciler gibi bugünün üst düzey oyuncularının o özel oyunculuk yeteneklerini seyirciye sundukları ve kendilerine de güzel bir kariyer yolu açtıkları ilk önemli projelerindendi. Yine filmde çok kısıtlı süre rol alsalar da Halit Ergenç, Tuba Büyüküstün ve Özge Özberk gibi isimlerde kendileri için çok önemli bir projede boy göstermiş oldular. Bence burada da Çağan ırmak’ın hakkını teslim etmek gerekiyor çünkü bu yetenek avcısı özelliği sayesinde bugün yeniden bir araya getirmeye kalksanız sadece oyunculara ödenecek paranın bile ciddi bir meblağ tutacağı bu kadroyu o zaman  “Babam ve Oğlum” da buluşturmuştu. Şerif Sezer ve Hümeyra gibi büyük ustalardan tutun da küçük “Deniz”i canlandıran Ege Tanman’a kadar kadrodaki her bir oyuncu filmi bir adım daha yükseğe taşıyacak performanslarını sergilediler.
Sokakta bir park kenarında gerçekleşen mecburi doğum sahnesinde doğum sancısının acı çığlığının kararan bir sahne ile iç içe girişi bence Türk sinema tarihindeki en etkileyici sahnelerden birisiydi.
Hapishanede işkenceye maruz kalmış Fikret Kuşkan’ın canlandırdığı “Sadık” karakterinin baba evine dönüş seyahatinde trende kimlik kontrolü yapan polislerle karşılaştığı sahne sadece bakışlarla büyük bir korkunun nasıl yaşatılacağına dair harika bir oyunculuk örneğiydi.
Ve filmin başından sonuna dek çocuğunu kendisinden uzaklaştırmaya çalışan bir babanın her hareketindeki dramı ancak Fikret Kuşkan’ın oyunculuğundaki kadar iyi canlandırılabilirdi.
Ege Tanman’ın da hakkını verelim, bir çocuğun başka bir evde, odada, yatakta tek başına uyumak zorunda kaldığında yaşadığı huzursuzluğu çok güzel oynamış.
Dede ile torunun çok da sevecen olmayan ilk karşılaşması, sonrasında ilk yakınlaşmaları çok güzel sahnelenmiş.
Yetkin Dikinciler’in canlandırdığı biraz yarım akıllı ve kötülük nedir bilemeyecek kadar saf bir insan rolü o kadar güzel oynanmıştı ki seyirci “Salim” karakteri ile unuttuğu insan saflığını bir kez daha hatırladı.
Ve benim için tartışmasız sinema tarihinin en dokunaklı sahnesi Baba (Çetin Tekindor) ile Oğlunun (Fikret Kuşkan) geçmişe dair hesaplaşmaları ve sonunda “Sadık”ın yakalandığı ölümcül hastalık nedeniyle yere yığılması.
Film boyunca hayal dünyasını da elden bırakmayan küçük “Deniz”in son bir kez ölmüş babasını süperman olarak hayal etmesi ve onunla vedalaşması.
Belki bir çokları "iç sızlatan ve fazla acılı bir film" damgası yapıştırabilir ama ben ne zaman yaşadığımız dünyanın geçiciliğini ve her an yanımızda olacaklarını sandığımız sevdiklerimizden ne kadar da kolay ayrılabileceğimizi hatırlamak istesem “Babam ve Oğlum” u izliyorum.

1.01.2012

Çikolatalı Cheesecake


 
2012 yılını evde karşılamak üzere hazırladığımız mönüye tatlı olarak çikolatalı cheesecake seçtik. Yine herkesin büyük beğenisini kazandığını ve tarifi gönül rahatlığıyla uygulayabileceğinizi söyleyebilirim. Malzemelerden başlayalım;

 
  •  500 gr Labne (Biz Pınar Labne kullandık)
  •  1.5 paket Eti Burçak Bisküvi
  •  2 yumurta
  •  1 su bardağı (tam dolu olacak) toz seker
  •  2 çorba kasığı un
  •  2 çorba kasığı nişasta
  •  1 paket çikolatalı sos
  •  1 cay bardağı (en küçüklerden olacak) sut
  •  2 çorba kasığı tereyağı
  •  1 paket kabartma tozu

 
Yapılışı;

 
Burçak bisküviler robottan geçirilerek iyice ezilir.
Tereyağı eritilerek ezilmiş bisküvilere ilave edilir ve karıştırılır.
Bu karışım kelepçeli kabin tabanına yayılır.
Yumurta ile seker çırpılır.
Labne peynir karışıma ilave edilir ve tekrar karıştırılır.
Un, nişasta, kabartma tozu ve sut karışıma ilave edilerek karıştırmaya devam edilir.
Hazırladığımız bu ikinci karışım tabandaki karışımın üzerine yayılır.
180°C de önceden ısıtılmış fırında 10 dk kadar pişirildikten sonra fırının derecesi 150°C ye düşürülerek 1 saat pişirilir.
Daha sonra fırından alınarak kenarda soğumaya bırakılır.
Çikolatalı sos üzerinde yer alan tarife göre hazırlanır. (Ben verdiğim malzemelerde çikolatalı sos için gerekli sut miktarından bahsetmedim. Doğrudan üzerinde yazan miktarı kullanabilirsiniz)
Çikolatalı sosun istenilen kadar miktarı (biz yarısını kullanıyoruz) soğumuş olan kekin üzerine dökülür.
5-6 saat buzdolabında bekletilen cheesecake artık servise hazırdır.

 
Not: Malzeme biraz cıvık olacaktır, pişmez diye endişe etmeyin, gayet güzel olacaktır.

İç Pilav


 
Hem hastalıktan tam olarak kurtulamamanın verdiği cesaretsizlik hem de bizimle birlikte 3. yılbaşına girecek olan oğlumuzu evde bırakmaya gönlümüz el vermediği için 2012 yılını da evimizde karşıladık. E durum böyle olunca da güzel bir yılbaşı mönüsünü kendimiz hazırlamaya koyulduk. Onsuz olmaz diyerek dolma fıstıklı, kus üzümlü iç pilavımızı mönümüzün bir parçası yaptık ve ben sizlere sofradaki herkesin büyük beğenisini kazanmış garantili tarifimizi vereceğim. Aşağıda yazılı malzemelerden yapacağınız iç pilav 5-6 kişiliktir. Öncelikle ilk olarak malzemelerden başlayalım;
  •  1.5 su bardağı baldo pirinç
  •  2.5 su bardağı su
  •  1 orta boy soğan
  •  25 gr (1 paket) dolmalık fıstık
  •  2 çorba kaşığı kus uzumu
  •  1 cay kaşığı yeni bahar
  •  1 cay kaşığı tarçın
  •  1/2 cay kaşığı karabiber
  •  2 cay kaşığı tuz
  •  3 dolu yemek kaşığı tereyağı (Tercihe göre sıvı yağ da kullanabilirsiniz)
  •  1 cay kaşığı toz seker

 
Simdi gelelim yapılışına;

 
Soğan yemeklik doğranır ve tereyağı ile tavada 1-2 dk. kavrulur.
Sonrasında fıstıklar eklenerek fıstıkların rengi hafif değişmeye başlayana kadar kavrulmaya devam edilir.
Pirinç karışıma ilave edilir ve bir kaç dk. kadar daha kavrulur.
Sonrasında karışıma sırasıyla su, seker ve diğer baharatlar ilave edilir.
Bundan sonra kısık ateşte pişmeye bırakıyoruz.
Eğer pirincin cinsine göre pilav piştiği halde pirinçler diri kalırsa üzerine bir miktar kaynamış su gezdirebilirsiniz.

 
Şimdiden afiyet olsun..